Üsküdar Anıları



Çocukluk ve gençlik yıllarımın önemli bir bölümü Üsküdar’da geçti. Bu süre 1944-64 arasına rastlıyor. Sonra da 1994 sonundan bu yana yine Üsküdar’dayım...


Üsküdar Anıları

Yıl 1944… Babamın Erzincan’daki devlet memurluÄŸu görevinden ayrılmasından sonra ailece Ä°stanbul’a gelmiÅŸtik. Aile için artık kesin dönüÅŸtü bu. Üsküdar’da Ä°nadiye YokuÅŸu üzerinde üç katlı bir ev kiralandı; oraya yerleÅŸtik.

Çocukluk yıllarımda Üsküdar, ÅŸirin kent dokusu, eski ahÅŸap evleri, çok sayıdaki irili ufaklı

camileri, çeÅŸmeleri, imaretleri, mezarlıklarıyla, Ä°stanbul’un az dokunulmuÅŸ semtlerinden biriydi. Zaman içinde yoksullaÅŸmış olması, belki de hızlı bir ÅŸekilde yenilenme yoluyla doku ve çehre deÄŸiÅŸikliÄŸine uÄŸramasını ve böylece tahrip olmasını önlemiÅŸti.

 

Ä°nsanlar birbirlerine yakındılar ve komÅŸuluk bilinci, dayanışması yaygındı. SavaÅŸ, insanları büsbütün yakınlaÅŸtırmıştı. Kaçgöç yoktu… Kıyafet de çaÄŸdaÅŸtı. Eskinin esintisi olarak siyah çarÅŸaf tek tük görülürdü. O da yaÅŸlı kadınlarda… Bugün toplumsal (hatta siyasal) kavgası yapılan türban, o dönemin kıyafeti deÄŸildi.

 

Mütevazı dükkânların duvarlarını, çoÄŸu kez Atatürk, Ä°smet Ä°nönü ve Fevzi Çakmak’ın taÅŸbaskılı renkli portreleri süslerdi. Yine sık görülen “Åžanlı Yavuz” resimlerine, Ä°stanbul ziyaretinden sonra Missouri’ninkiler de eklendi. Yine yaygın posterlerden biri de, veresiye istenmemesini saÄŸlamak üzere asılan “peÅŸin satan”, “veresiye satan” esnafı temsil eden posterdi. Bir yanda peÅŸin satan adam vardı: GöbeÄŸini ÅŸiÅŸirerek koltuÄŸuna kurulmuÅŸ, keyifle çubuÄŸunu tüttüren; öte yanda arkasındaki, kapağı açık kasada farelerin oynadığı zayıf, çelimsiz, kahrolmuÅŸ bir adam… Bu, veresiye satandı.

 

Ayakkabıcı YaÅŸar, Foto Kenan, Kırtasiyeci Acem Cevat, Åžekerci Zekeriya Bey’in dükkânları, Ömer Kenan Eczanesi, Elektrikçi Nurettin Bey, Alptekin Pastanesi, Kanaat Lokantası Üsküdar’ın tanınmış alışveriÅŸ ve buluÅŸma noktalarıydı.

Üsküdar Ä°skelesi ile Kadıköy ve Kısıklı arasında tramvay çalışırdı. Anadolu yakasındaki tramvaylar, Ä°stanbul tarafındakilerden farklı olarak, Ä°ETT’ye ait deÄŸildi; bunları özel bir ÅŸirket, Üsküdar-Kadıköy ve Havalisi Halk Tramvayları Åžirketi (ÜKHT) iÅŸletirdi. Bu tramvayların renkleri de karşı yakadakilerden farklıydı. Birinci mevki tramvaylar sarı, ikinciler zeytin yeÅŸiliydi. Kadıköy kalkışlı tramvaylar ise Üsküdar, Kısıklı, Bostancı, Fenerbahçe, Moda ve Gazhane’ye (bugünkü adıyla HasanpaÅŸa) giderdi. Kadıköy-Bostancı ve Kadıköy-Fenerbahçe arasında fazla engebe olmadığı için çift tramvay iÅŸlerdi. Tramvaycı dilinde öndeki vagon motris, arkadaki römorktu. Yaz günleri, bu hatlarda römork olarak kullanılan, yanları tümüyle açık tramvay arabalarıyla seyahatin keyfine doyum olmazdı. 

 

Tramvaylar kışın da iyi hizmet vermekten geri kalmaz, karlı yokuÅŸlarda kaymayı önlemek amacıyla rayların üzerine bir yandan kum dökerek güvenle yol alırlardı. Tramvaylar delikanlılık günlerimizde bir iÅŸimize daha yarardı. Bisikletle yokuÅŸları çıkmanın en kolay yolu saÄŸ elle gidonu tutarken sol elle bir tramvayın arka kapısına tutunarak gitmekti, elbette vatman ya da biletçi görüp müdahale etmedikçe. Tramvay, yokuÅŸları göreli olarak yavaÅŸ çıksa da bisikletle tramvaya eÅŸlik etmek yine de kolay bir iÅŸ deÄŸildi ve ustalık isterdi. Ustalık mertebesine ulaÅŸmak için de birkaç kez düÅŸüp kalkmak göze alınmalıydı.DoÄŸancılar’daki Üsküdar Halkevi, canlı bir kültür merkeziydi. Orada sergiler izledim, konferanslar dinledim. Ercüment Ekrem Talû’nun bir konferansını hatırlıyorum. O tarihlerde Galatasaray’da ortaokuldaydım, Ercüment Ekrem lise bölümünde edebiyat öÄŸretmeniydi.Halkevi’ne çok yakın bir noktada, Üsküdar’ın yazlık bahçe sinemalarından biri olan Aypark’ta bazı yaz akÅŸamları Sadi Tek ve ekibi Shakespeare oyunlarının uyarlamalarıyla Üsküdarlıların huzuruna çıkarlardı. Oyunlarının adı, çoÄŸu kez özgün adından farklı olurdu. ÖrneÄŸin, “Othello”, “Arabın Ä°ntikamı” olmuÅŸtu.

 

 

 

Tramvayla ilgili olarak Üsküdar’da da olumsuz bir anım vardır. Bir gün Üsküdar Ä°skelesi’ne inmek üzere tramvaydaydık. Tam DoÄŸancılar’ın köÅŸesini dönmek üzereyken, bir askeri kamyonun çarpmasıyla tramvayımız raydan çıktı ve içeridekilerin çığlıkları arasında kısa bir süre –neyse ki kısa bir süre– parke taşı kaplı yol üzerinde, eski Halkevi yeni Kaymakamlık binasına doÄŸru yol aldı ve frenleyerek nasılsa durabildi. Ä°ndik, çok ÅŸükür kimseye bir ÅŸey olmamıştı. Daha ÅŸaÅŸkınlığımız geçmeden çok büyük bir patlama sesiyle irkildik. Ne olduÄŸunu anlayamadan gergin sinirlerle eve döndük. Biraz sonra radyo haberleri, Sütlüce’de patlayıcı maddeler üreten bir fabrikada çok büyük bir patlama olduÄŸunu, tesisin tümüyle yandığını, ölenleri, yaralananları, çevreye yaydığı korkuyu duyuracaktı. Sütlüce’deki patlama öylesine ÅŸiddetli olmuÅŸtu ki, sesini biz Üsküdar’da duymuÅŸtuk. DoÄŸal ki yine, Ä°stanbul’un karşılaÅŸtığı pek çok felakette olduÄŸu gibi, fabrika ruhsatsız olarak çalışmaktaydı ve bu çarpık durum yine patlamadan sonra anlaşılmıştı.

 

DoÄŸancılar’daki Üsküdar Halkevi, canlı bir kültür merkeziydi. Orada sergiler izledim, konferanslar dinledim. Ercüment Ekrem Talû’nun bir konferansını hatırlıyorum. O tarihlerde Galatasaray’da ortaokuldaydım, Ercüment Ekrem lise bölümünde edebiyat öÄŸretmeniydi.

Benim ilk ve son kez bir sanatçı (!) olarak sahneye çıkışım da yine Üsküdar Halkevi’nde olmuÅŸtur. Bir ilkokul müsameresi sırasındaydı. Yüzümü gözümü boyamışlar, bir de sakal takmışlardı. Sahneye girip çıkmak ve “20. yüzyıldayız kim inanır periye?” demek dışında ne yaptığımı pek anımsamıyorum. 21. yüzyılda cine periye inananların artacağını kim düÅŸünebilirdi ki?

 

Daha sonra, bütün halkevleri gibi, Üsküdar Halkevi de Demokrat Parti’nin yoz anlayışının kurbanı oldu. Toplumumuzun aydınlanma sürecinde çok önemli bir yeri olan halkevleri CHP’nin yuvalandığı yerler olarak görüldüÄŸü için iktidardaki DP iktidarının aldığı bir kararla kapatıldı, ayrıca bütün mallarına el konuldu. Üsküdar Halkevi de bu kapsamda kaymakamlığa dönüÅŸtürüldü.

 

Halkevi’ne çok yakın bir noktada, Üsküdar’ın yazlık bahçe sinemalarından biri olan Aypark’ta bazı yaz akÅŸamları Sadi Tek ve ekibi Shakespeare oyunlarının uyarlamalarıyla Üsküdarlıların huzuruna çıkarlardı. Oyunlarının adı, çoÄŸu kez özgün adından farklı olurdu. ÖrneÄŸin, “Othello”, “Arabın Ä°ntikamı” olmuÅŸtu.

 

Üsküdar’ın özellikli semtlerinden biri de Salacak’tı; daha doÄŸrusu Salacak-Harem kıyısı. Daha Üsküdar-Harem kıyı yolu açılmamıştı. Salacak-Harem arasında iri yuvarlak çakılların oluÅŸturduÄŸu doÄŸal bir kıyı ÅŸeridi uzanırdı. Burası tarihi Ä°stanbul yarımadasına bakan, Ayasofya, Sultanahmet Camisi, Topkapı Sarayı siluetiyle Ä°stanbul’un hiç kuÅŸkusuz en güzel manzarasına sahiptir. Salacak’ta ve Harem’de denize uzanan ahÅŸap-çelik karışımı vapur iskeleleri vardı. Üzerlerinde de küçük, ÅŸirin birer ahÅŸap iskele binası. Bu iskelelere yalnızca, Köprü-Harem-Salacak ring seferini yapan küçük vapurlar uÄŸrardı. Daha büyükçe vapurlar Kızkulesi-Salacak arasındaki sığ sualtı yolu nedeniyle oradan geçemezler, Kızkulesi’nin dışından dönmek zorunda kalırlardı.

 

Salacak’ta, Kızkulesi’nin tam karşısındaki bir yamacın üzerinde ünlü Salacak Bahçesi vardı. Çok yeÅŸil bir park görünümündeki bu alan bir lokanta-gazino olarak kullanılır, burada toplu sünnet düÄŸünleri yapılır, yazın pazar günleri ve geceleri Ä°stanbul’un ünlü “ses ve sahne sanatçıları” Üsküdar’ı ÅŸenlendirirlerdi. Hamiyet Yüceses, Perihan AltındaÄŸ, Müzeyyen Senar, halk sanatçısı Ä°smail Dümbüllü ve ArkadaÅŸları, CaÄŸaloÄŸlu’ndaki Çiftesaraylar Bahçesi’nin olduÄŸu gibi Salacak Bahçesi’nin de kadrosundaydılar. Ortaoyunuyla ünlü Ä°smail Dümbüllü, Üsküdar’da otururdu ve Üsküdarlıların sevgilisiydi. Yoldan geçiÅŸi hep, tanıdıklarıyla karşılıklı atışmalarla olurdu. Salacak Bahçesi’nin eteÄŸinde Salacak Plajı bulunurdu ama biz çocukların ve delikanlıların asıl plajı Harem-Salacak arasındaki Çiftekayalar’dı. Çiftekayalar’a çoÄŸu kez, DoÄŸancılar’da önce halkevi sonra kaymakamlık olan binanın yanından inilirdi. Çürüksulu Yalısı’nın deniz tarafındaki cephesinin önünden inen arnavutkaldırımı merdivenli yol bizi Çiftekayalar’a ulaÅŸtırırdı. Ya da Ä°hsaniye tarafından gelinecekse Köprülü Konak’ın köprüsünün (bu köprü yok artık) altından geçilerek Yalıboyu’na ulaşılır, oradan, çam aÄŸaçları arasındaki dik eÄŸimli, dar yaya yolundan kıyıya inilirdi. Çiftekayalar, çam aÄŸaçlarının kapladığı bir yamacın eteÄŸinde, çakıllı bir düzlüÄŸün önünde yer alan çok iri kayaların çevrelediÄŸi, dibi kumsal, büyükçe bir doÄŸal havuzdu.

 

 

 

 

Reminiscences of Üsküdar

 

Üsküdar is one of the oldest settlements on the Asian side of Istanbul. My childhood and most of my youth were spent there.

 

In 1944 our family settled in Üsküdar, where we lived in a three-storey house on a steep street lined by historic wooden houses. In those years Üsküdar was one of the most unspoilt districts of Istanbul, with its picturesque urban texture, old wooden houses, many mosques of all sizes, imarets and cemeteries. Over time the district had become impoverished, which meant there had been no rebuilding and modernisation, and it had remained untouched.

 

Close relations and solidarity between neighbours continued, and the difficult years of World War II had brought people even closer together.

 

The first major structural change in Üsküdar happened in the 1950s during the urban renewal of the Prime Minister Menderes period. The main road where the main shopping centre was situated was to be widened. Demolition began with the shops on one side of the road, not sparing even historic and religious buildings.

Widening the road was intended for the benefit of vehicle traffic rather than pedestrians, because one of the piers for the car ferry that linked the two shores of the Bosphorus was located in Üsküdar. For many years the enlarged square beside the pier served as a carpark for vehicles waiting for the ferry.

The square used to fill up with vehicles waiting their turn to cross to the other side, and sometimes the queues stretched for hundreds of metres. In later years this was cited as the reason for deciding to build the Bosphorus Bridge.

The shore of Üsküdar commanded the finest views of the old city, Haghia Sophia, the Blue Mosque and Topkapı Palace from the Asian side. The faint buzz of the city in the distance, the cries of gulls and the plashing of the sea formed a natural music. Despite living in a large city, nature was still an integral part of life here.

When in later years city life became dependent on the car, a broad coast road was built, flattening the entire shoreline like a steam roller. This road separated Üsküdar from the sea.

Today Üsküdar is nothing like the old Üsküdar. Just as Istanbul is nothing like the old Istanbul.

Tramvayla ilgili olarak Üsküdar’da da olumsuz bir anım vardır. Bir gün Üsküdar Ä°skelesi’ne inmek üzere tramvaydaydık. Tam DoÄŸancılar’ın köÅŸesini dönmek üzereyken, bir askeri kamyonun çarpmasıyla tramvayımız raydan çıktı ve içeridekilerin çığlıkları arasında kısa bir süre –neyse ki kısa bir süre– parke taşı kaplı yol üzerinde, eski Halkevi yeni Kaymakamlık binasına doÄŸru yol aldı ve frenleyerek nasılsa durabildi. Ä°ndik, çok ÅŸükür kimseye bir ÅŸey olmamıştı. Daha ÅŸaÅŸkınlığımız geçmeden çok büyük bir patlama sesiyle irkildik. Ne olduÄŸunu anlayamadan gergin sinirlerle eve döndük. Biraz sonra radyo haberleri, Sütlüce’de patlayıcı maddeler üreten bir fabrikada çok büyük bir patlama olduÄŸunu, tesisin tümüyle yandığını, ölenleri, yaralananları, çevreye yaydığı korkuyu duyuracaktı. Sütlüce’deki patlama öylesine ÅŸiddetli olmuÅŸtu ki, sesini biz Üsküdar’da duymuÅŸtuk. DoÄŸal ki yine, Ä°stanbul’un karşılaÅŸtığı pek çok felakette olduÄŸu gibi, fabrika ruhsatsız olarak çalışmaktaydı ve bu çarpık durum yine patlamadan sonra anlaşılmıştı.

 

DoÄŸancılar’daki Üsküdar Halkevi, canlı bir kültür merkeziydi. Orada sergiler izledim, konferanslar dinledim. Ercüment Ekrem Talû’nun bir konferansını hatırlıyorum. O tarihlerde Galatasaray’da ortaokuldaydım, Ercüment Ekrem lise bölümünde edebiyat öÄŸretmeniydi.

Benim ilk ve son kez bir sanatçı (!) olarak sahneye çıkışım da yine Üsküdar Halkevi’nde olmuÅŸtur. Bir ilkokul müsameresi sırasındaydı. Yüzümü gözümü boyamışlar, bir de sakal takmışlardı. Sahneye girip çıkmak ve “20. yüzyıldayız kim inanır periye?” demek dışında ne yaptığımı pek anımsamıyorum. 21. yüzyılda cine periye inananların artacağını kim düÅŸünebilirdi ki?

 

Daha sonra, bütün halkevleri gibi, Üsküdar Halkevi de Demokrat Parti’nin yoz anlayışının kurbanı oldu. Toplumumuzun aydınlanma sürecinde çok önemli bir yeri olan halkevleri CHP’nin yuvalandığı yerler olarak görüldüÄŸü için iktidardaki DP iktidarının aldığı bir kararla kapatıldı, ayrıca bütün mallarına el konuldu. Üsküdar Halkevi de bu kapsamda kaymakamlığa dönüÅŸtürüldü.

 

Halkevi’ne çok yakın bir noktada, Üsküdar’ın yazlık bahçe sinemalarından biri olan Aypark’ta bazı yaz akÅŸamları Sadi Tek ve ekibi Shakespeare oyunlarının uyarlamalarıyla Üsküdarlıların huzuruna çıkarlardı. Oyunlarının adı, çoÄŸu kez özgün adından farklı olurdu. ÖrneÄŸin, “Othello”, “Arabın Ä°ntikamı” olmuÅŸtu.

 

Üsküdar’ın özellikli semtlerinden biri de Salacak’tı; daha doÄŸrusu Salacak-Harem kıyısı. Daha Üsküdar-Harem kıyı yolu açılmamıştı. Salacak-Harem arasında iri yuvarlak çakılların oluÅŸturduÄŸu doÄŸal bir kıyı ÅŸeridi uzanırdı. Burası tarihi Ä°stanbul yarımadasına bakan, Ayasofya, Sultanahmet Camisi, Topkapı Sarayı siluetiyle Ä°stanbul’un hiç kuÅŸkusuz en güzel manzarasına sahiptir. Salacak’ta ve Harem’de denize uzanan ahÅŸap-çelik karışımı vapur iskeleleri vardı. Üzerlerinde de küçük, ÅŸirin birer ahÅŸap iskele binası. Bu iskelelere yalnızca, Köprü-Harem-Salacak ring seferini yapan küçük vapurlar uÄŸrardı. Daha büyükçe vapurlar Kızkulesi-Salacak arasındaki sığ sualtı yolu nedeniyle oradan geçemezler, Kızkulesi’nin dışından dönmek zorunda kalırlardı.

 

Salacak’ta, Kızkulesi’nin tam karşısındaki bir yamacın üzerinde ünlü Salacak Bahçesi vardı. Çok yeÅŸil bir park görünümündeki bu alan bir lokanta-gazino olarak kullanılır, burada toplu sünnet düÄŸünleri yapılır, yazın pazar günleri ve geceleri Ä°stanbul’un ünlü “ses ve sahne sanatçıları” Üsküdar’ı ÅŸenlendirirlerdi. Hamiyet Yüceses, Perihan AltındaÄŸ, Müzeyyen Senar, halk sanatçısı Ä°smail Dümbüllü ve ArkadaÅŸları, CaÄŸaloÄŸlu’ndaki Çiftesaraylar Bahçesi’nin olduÄŸu gibi Salacak Bahçesi’nin de kadrosundaydılar. Ortaoyunuyla ünlü Ä°smail Dümbüllü, Üsküdar’da otururdu ve Üsküdarlıların sevgilisiydi. Yoldan geçiÅŸi hep, tanıdıklarıyla karşılıklı atışmalarla olurdu. 

 


PaÅŸalimanı... Eski Nemli Tütün Deposu (Mimar Vedat Tek Yapısı) ve iskeleye doÄŸru yalılar 
(FotoÄŸraf: D. Hasol, Mart 2010)

Salacak Bahçesi’nin eteÄŸinde Salacak Plajı bulunurdu ama biz çocukların ve delikanlıların asıl plajı Harem-Salacak arasındaki Çiftekayalar’dı. Çiftekayalar’a çoÄŸu kez, DoÄŸancılar’da önce halkevi sonra kaymakamlık olan binanın yanından inilirdi. Çürüksulu Yalısı’nın deniz tarafındaki cephesinin önünden inen arnavutkaldırımı merdivenli yol bizi Çiftekayalar’a ulaÅŸtırırdı. Ya da Ä°hsaniye tarafından gelinecekse Köprülü Konak’ın köprüsünün (bu köprü yok artık) altından geçilerek Yalıboyu’na ulaşılır, oradan, çam aÄŸaçları arasındaki dik eÄŸimli, dar yaya yolundan kıyıya inilirdi. Çiftekayalar, çam aÄŸaçlarının kapladığı bir yamacın eteÄŸinde, çakıllı bir düzlüÄŸün önünde yer alan çok iri kayaların çevrelediÄŸi, dibi kumsal, büyükçe bir doÄŸal havuzdu.

 

O yıllarda Üsküdarlı çocukların hemen hepsi yüzmeyi Çiftekayalar’da öÄŸrenmiÅŸtir. Kayalar tek tek, adlarıyla anılırdı: Ä°ndiÄŸimiz noktadaki kaya Kırmızı Kaya’ydı. Ortadaki, Orta Kaya, en uzaktaki en büyüÄŸü ise BaÅŸkaya’ydı ve BaÅŸkaya’ya kadar yüzebilen, artık yüzmeyi öÄŸrenmiÅŸ sayılırdı. Daha iyi yüzenlere Çiftekayalar dar gelir, onlar BaÅŸkaya’nın üzerinden cakayla atlayarak doÄŸal havuzun dışında yüzmeyi yeÄŸlerlerdi.




Çiftekayalar aynı zamanda bir mesire gibiydi. Kimi zaman aileler piknik için aÄŸaçların altına yayılır, yemek ve deniz sefaları birbirini tamamlardı. Burası, mehtaplı gecelerde daha bir güzel, daha bir canlı olurdu. Birkaç kez ay ışığında, Ä°stanbul’un görkemli silueti karşısında burada denize giriÅŸimiz yaÅŸantımı süsleyen en güzel anılarım arasındadır.

 

Çiftekayalar’dan kıyıya çekilmiÅŸ sandalların arasından, yuvarlak iri çakıllar üzerinde Salacak’a yürüdüÄŸümüz ve güneÅŸ batarken oradaki salaÅŸ gazinoda dünyanın en güzel silueti karşısında demli akÅŸam çayımızı yudumladığımız olurdu. Åžehrin ve limanın uzaktan uzaÄŸa gelen uÄŸultusu, sürekli olarak pike yapıp yükselen martıların sesleri, denizin hışırtısı, ayağımızın altından kayan çakılların çıkardığı sesle birleÅŸerek neredeyse doÄŸal bir müzik oluÅŸtururdu. Bir büyük ÅŸehirde hâlâ doÄŸayla iç içeydik.

 

Daha sonraki yıllarda kent yaÅŸamı otomobile bağımlı kılınınca Üsküdar’ı Harem’e baÄŸlayan geniÅŸ sahil yolu açıldı ve bütün kıyı ÅŸeridini silindir gibi ezip geçti. Bu yol, karayı Kızkulesi’ne çok yaklaÅŸtırdığı gibi denizle Üsküdar’ın da arasını açtı.

Salacak Plajı yolun altında yok olmuÅŸtu. Salacak Bahçesi uzun yıllar boÅŸ kaldı. Sonra onun yerine “Son Ä°stanbul” adı altında turistik (!) villalar yapıldı. Kıyı yolu öylesine geçirildi ki sözümona korunan Salacak Ä°skelesi yolun kara tarafında garip bir ÅŸekle büründü. Çiftekayalar bakımsız bir balıkçı barınağına dönüÅŸtü. Harem yük limanı oldu, eski vapur iskelesinin izi bile kalmadı.

 

doğan hasol...anılarkuşlar gibidir kitabından....