Kız Kulesi Tarihçesi ve Efsaneler



Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayıran boğazın Marmara Denizi’ne açılan tarafında, Üsküdar kıyısına 200 metre kadar mesafede denizin içinden bir kaya yükselir. İşte bu kayanın üzerine yapılmış bulunan, dört tarafı su ile çevrili binanın adı “Kız Kulesi”dir.


Kız Kulesi Tarihçesi ve Efsaneler

Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayıran boğazın Marmara Denizi’ne açılan tarafında, Üsküdar kıyısına 200 metre kadar mesafede denizin içinden bir kaya yükselir. İşte bu kayanın üzerine yapılmış bulunan, dört tarafı su ile çevrili binanın adı “Kız Kulesi”dir. İstanbul ve Boğaziçi’nden söz edilirken derhal akla gelen, İstanbul’un simgesel yapıları içinde en önemlilerinden ve tanıdıklarından olan bu kulenin şimdiki binası, Üçüncü Ahmet zamanında yapılmıştır. Mimari özellikleri itibariyle kule, deniz seviyesinde olup oldukça küçük bir kaledir. Bugün etrafında (kuzeyde ve batıda üçer tane, güneyde ise bir tane olmak üzere) yedi adet mazgalı, doğu ve güney tarafındaki iki adet kapısı vardır ve kule tepesinde pencereli ve etrafı balkonlu barok tarzı bir köşkü bulunmaktadır. Kulenin boğazı koruma ve gözetim altına almak amaçlı olarak yapıldığı binanın konumu ve mazgal deliklerinin konumundan anlaşılmaktadır. Kulenin giriş kapısı Üsküdar tarafına bakmakta ve doğu tarafı hariç her üç tarafında da toplam yedi adet top mazgalı bulunmaktadır. Bu mazgallar Sarayburnu ve boğazı tarassut altına almak için, kuzey ve batıdaki altı tanesi duvarlara 90 derece, güneydeki bir tanesi ise daha eğik bir açı ile inşa edilmiştir. Osmanlılar tarafından Kız Kulesi, Kulle-i Bahriye ve Kulle-i Duhter gibi çeşitli adlarla anılan kule, bulunduğu nokta itibariyle Üsküdar-Salacak’ta karadan yaklaşık 200 metre açıktadır. Bu coğrafi konumu itibariyle de Karadeniz’den gelen akıntının en kuvvetli olduğu noktadadır. Helmuth Von Moltke’ye göre bu noktadaki Boğaz akıntısı 3 çeyrek Alman Mili hızındadır. Günümüz ölçümlerine göre ise, Kız Kulesi önündeki boğaz akıntısı mevsim ve kuzey rüzgârlarının durumuna göre 3 ila 6 mil arasında seyretmektedir. Bu süratli akıntı nedeniyle Kız Kulesi önü deniz trafiğinde tehlikeli bir nokta olarak kabul edilmektedir. Gerek boğaza giriş yapacak ve gerekse boğazdan çıkacak gemiler için uygun rüzgâr ve hava şartlarını beklemek ve oldukça kontrollü bir geçiş yapmak gerekmektedir. Kız Kulesi Efsaneleri Kız Kulesi’nin ilk olarak ne zaman ve kimin tarafından inşa edildiği kesin olarak belli değildir.Kız Kulesi’nin tarihi ile ilgili ilk bilinenler bir sürü efsaneyle karışık bilgilerden ibarettir. Bunlardan ilki, mitoloji kahramanlarından Leandros’un kulede bulunan sevgilisi Hero’ya kavuşmak üzere boğazı yüzerek aşmaya denerken boğulduğu söylencesidir. Ovidius nakleder bu aşk öyküsünü bize. Bu efsaneye göre Hero, Çanakkale Boğazı’nın Avrupa yakasındaki Sestos kentinde yaşayan çok güzel bir genç kızdır. Afrodit Tapınağı’nın rahibelerinden biridir, yani yemin etmiştir Tanrıça Afrodit’e bir erkeğe aşık olmayacağına dair… Ama aşk bu! Tanrıçaya edilen yemin bile olsa ucunda, yasak koyabilir mi insan kalbine hiç! Nitekim Hero da kaptırır gönlünü, her ilkbaharda doğanın uyanışı adına tapınakta düzenlenen törenlere katılmak için boğazın karşı kıyısından gelen yakışıklı Leandros’a… İki ayrı yakada da olsalar, aralarında denizler de olsa, engel olabilirler mi böyle büyük bir aşka? Olamadı da! Yüzerek aştı Leandros kendilerini ayıran denizi, Hero’nun karanlıkta yolunu bulması için her gece yaktığı Kız Kulesi’ndeki fenerin yardımıyla… Artık ateş her gece yanıyor ve Leandros her gece boğazı yüzerek Hero’ya ulaşıyordu. Günler günleri kovalar, ilkbahar ve yaz göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Hırçınlaşmaya başlamıştır artık boğazın suları.  Söz verdirir Hero Leandro’ya, ilkbahar gelip de deniz durgunlaşana kadar bir daha gelmeyeceğine. Ama dedik ya aşk bu, durulabilir mi hiç sevgiliyi görmeden? Leandros da dayanamaz sonunda, fırtınalı bir akşam verdiği sözü bir tarafa bırakır, kulaç atmaya başlar boğazın azgın sularında. Fırtınadan dolayı Kız Kulesi’nin ışıkları da sönünce Leandros yönünü bulamaz artık. Sonunda gücü tükenir ve dalgalara teslim olur. Karaya vuran cansız bedenini görünce sevdiğinin, hiç düşünmez Hero da atar kendini boğazın azgın, soğuk sularına. Avrupalılar bu yüzden Kız Kulesi’ni Leandros Kulesi (Tower of Leandros) diye anmışlardır. Kuleyle ilgili ikinci efsane Bizans dönemine aittir. Söylenceye göre tek bir kız çocuğu olan Bizans kralına biliciler, çocuğunun bir yılan tarafından sokulup öldürüleceğini söylerler. Kral, kızının bu yazgısını önlemek için denizin ortasına büyük bir kule yaptırır ve kızını yaşaması için oraya yollar. Çünkü kral, hiçbir yılanın yüzerek o kuleye ulaşamayacağını düşünmektedir. Aradan yıllar geçer ve prenses büyür. Günün birinde kral, kızına yemesi için diğer yiyeceklerin yanında bir sepet de üzüm yollar. Fakat nasıl girdiği bilinmez, bir yılan da sepete saklanmıştır. Prenses sepetin kapağını açınca yılan elini sokuverir ve kız oracıkta ölür. Kule hakkındaki bir diğer efsane ise Battal Gazi ile ilgilidir. Halife Harun Reşit İstanbul kuşatmasından bir sonuç alamayınca ordusuyla birlikte geri döner. Battal Gazi ise geri dönmeyip Üsküdar kıyılarına yerleşir ve orada bayındırlık işlerine girişir. Söylentiye göre Battal Gazi’nin geri dönmemesinin asıl nedeni ise Üsküdar tekfurunun güzeller güzeli kızına aşık olmasıdır. Bizans İmparatoru  Battal Gazi’nin bir sefer için Şam’a gitmesinden faydalanarak denizin ortasına bir kule yaptırır ve Üsküdar tekfurunun kızını oraya hapseder. Battal Gazi seferden dönünce kuleyi basar ve tekfurun kızını kurtarır. Bizanslılar Kız Kulesi’ne “Damalis Kulesi” adını vermişlerdir. Buna da sebep; Atinalı komutan Hares’in, karısı Damalis’i buraya gömmüş olduğu hakkındaki söylentidir. Bununla beraber, Hares’in, karısını Üsküdar sahilindeki burunda gömdüğü de daha kuvvetli bir olasılık olarak ileri sürülür. Nitekim Üsküdar sahilleri de Damalis adıyla anılmıştır. Kız Kulesi’nin Bilinen Tarihi Binlerce yıllık tarihi boyunca çeşitli işlevler üstlenecek Kız Kulesi’nin üzerinde yer aldığı kayalıktan ilk kez M.Ö. 411 yılında söz edilir. Kız Kulesi tarihi hakkında kesin olarak bilinen ilk olay ise, milattan önce 5. yüzyılda Atinalı komutanlardan Alisbad tarafından, Sizik-Kapıdağ yarımadası galibiyetinden sonra bu yerde bir gümrük mahalli kurulmuş olduğudur. Karadeniz’den gelen veya oraya gidecek olan gemilerin hepsi taşıdıkları malın onda birini veya buna bedel bir parayı vermek zorundaydılar. Gümrük yeri, yüzyıllar boyunca bu görevi yapmıştır. Nisefor Gregoras’ın bize aktardığına göre, bir yıl evvel Bizanslı prenses Teodora ile evlenmiş olan Osmanlı beyi Orhan Bey 748 senesinde Üsküdar sahillerine geldiği zaman kayınpederi İmparator Kantakuzinos, kendisini Damalis kulesinde beklemiş ve sandallarla gidip gelen elçiler vasıtasıyla görüşmüş oldukları sırada, burası hâlâ gümrük yeri olarak kullanılıyordu. Sonra imparator Üsküdar’a geçti ve kendisini ziyarete gelmiş olan damadıyla buluştu. Birkaç gün birlikte avlar ve eğlencelerle vakit geçirdiler. Bu hesaba göre o vakit, bu gümrük yerinin Alisbad tarafından kuruluşundan beri bin iki yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş oluyordu. Gene Bizanslı tarihçilerden Nisetas Hunyates, Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos zamanında bu doğal kayalıklar üzerinde bir küçük kalenin inşa edildiğini kaydeder. 1110 yılında Manuel Komnennos hem boğazı denetim altına almak hem de geçen gemilerden vergi toplamak için o tarihe kadar küçük bir adacık biçimindeki kayanın üzerine ilk kaleyi inşa eder. Bu kaleye Damalis Arkları adı verilmiştir. Burası ile Bizans Akropolünün eteklerinde, yani Sarayburnu’nda bulunan ve savaş gereçlerinin korunmasına tahsis edilmiş olan Mangane kalesi arasına aynı imparator bir zincir gerdirip, Haliç’i olduğu gibi boğazı da kapatmıştır. Zincirin denize batmamasını temin için Kız Kulesi ile Sarayburnu arasına suyun yüzüne çeşitli aralıklarla büyük sallar yerleştirilmiş ve zincir bunlara raptolunmuştu. Bu zincirin ne kadar müddet kullanıldığı pek belli değildir. Yalnız şurası kesindir ki, belki eskidikçe değiştirilmesindeki güçlük veyahut da Karadeniz’den gelen rüzgar ve fırtınaların salları sık sık harap edip akıntının da sürüklemesi yüzünden, Bizans’ın o devirlerdeki zayıf maliyesi böyle masraflı bir tesisi uzun müddet idame ettirememiştir. Nitekim Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşatmaya geldiği zaman yalnız Haliç’teki zincir mevcuttu. Öbürü çok evvel terkedilmişti. Bizans 1453’te ve kesin olarak fethedilmek azmiyle Türkler tarafından son defa sarıldığı zaman Damalis Arkları’nın savunması görevi Venedikli komutan Gabriyel Trevitsano’ya verilmişti. Mamafih, Türkler buraya pek önem vermediler. Şehrin düşmesi ile burası da doğal olarak burası da Türklerin eline geçti. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra limanı korumak için bu yerden yararlandı. Şehir fetholunduktan sonra kadastrosunu tanzim etmek vazifesi Cebe Ali Bey’e verilmişti. Cebe Ali Bey’in emrindeki memurlar arasında kendi akrabalarından Dursun Bey de bulunuyordu.  Fatih devrine ait ve kendi adıyla meşhur bir tarihin sahibi olan bu zat eserinde, Üsküdar sahiline yakın bu kayalığın üzerine padişahın emriyle bir kule yapıldığını yazar. Fatih zamanında yeniden inşa edildiğini gördüğümüz kule, kaynaklarda küçük kıyamet olarak da nitelenen 1509 depreminde İstanbul’un diğer önemi yapılarıyla birlikte ağır şekilde hasar görmüş ve Mimar Hayreddin b. Murad tarafından tamir edilmiştir. İmparatorluğun sınırları İstanbul için hiçbir düşman tehlikesi kalmayacak kadar genişledikten sonra bu kule sadece geceleri limana girecek gemilere yol göstermek için fener işlevini yerine getirmeye başladı. Marmara’dan Boğaz’a girecek ve Karadeniz tarafından gelip Boğaz’dan çıkış yapacak olan gemilerin, geceleri Sarayburnu ve civarını görmekte zorlanmaları ve olası kazaların önüne geçilmesi için III. Ahmed zamanında, Haziran-Temmuz 1719 tarihinde kulenin kuzey tarafına bir kandil kulesi eklenerek, kule fener olarak kullanılmaya başlanmıştır.  Böylece daha güneyindeki Fenerbahçesi Feneri ve XVIII. yüzyıl sonlarında inşa edilecek olan Ahırkapı Feneri ile birlikte Kız Kulesi feneri de boğaz trafiğini yönlendirmeye başlamıştır. Fenerdeki kandilde yakıt olarak zeytinyağı kullanılmıştır. Fenerin kandil fitilinin tutuşması nedeniyle Üçüncü Ahmet döneminde Mayıs 1721 tarihinde bir gece kulede yangın çıkmış ve kandil yağdanlığının ahşap olması nedeniyle yangın kısa sürede büyümüştür. Bu yangında kulenin ne kadarının zarar gördüğü konusunda bilgilerimiz sınırlıdır. Fakat yangından sonra kulenin daha sonraki muhtemel bir yangına karşı kâgir olarak yeniden yapılması uygun bulunmuş ve camlarının çerçevesi mermerden, çatısının ise kubbeli ve kurşun kaplamalı olarak inşasına karar verilmiştir. Kısa sürede bitirilen bu inşadan sonra kule 31 Mayıs 1721 tarihinde yeniden fener olarak hizmete girmiştir. Bununla birlikte fenerin zaman zaman hizmet dışı kaldığı da görülmektedir. Nitekim Venezuelalı General Miranda, 5 Eylül 1786 tarihinde Üsküdar’dan kiraladığı bir kayığa binerek Kız Kulesi’ni gezmiştir. Onun anlattıklarına göre kule o tarihte hemen hemen hiç yanmayan bir fenere sahiptir. Kız Kulesi, yukarıda sayılan bu işlevleri yanında Osmanlı döneminde özellikle şenliklerde ve kutlamalarda top atışlarına da sahne olmuştur. Cülus, bayram, veladet-i hümayun, donanmanın sefere çıkışı ve dönüşü, padişahların saltanat kayığı ile boğaz gezintileri (biniş-i hümâyûn) gibi tören, şenlik ve kutlamalar yanında; elçi kabulleri gibi diplomatik törenlerde de Kız Kulesi’nde top atışları yapılmaktaydı. Bu işlevsel kullanımları dışında kulenin Sultan I. Abdülhamid tarafından bir gezinti mekanı olarak kullanıldığı da görülmektedir. Zaman zaman tebdilen veya resmen kuleyi teftiş ettiğini bildiğimiz I. Abdülhamid, 19 Haziran 1785’te alaturka saat ile gece saat 3,5’a kadar mehtap seyredip yine kayık ile saraya dönmüştür. Kız Kulesi Sürgün ya da İdam İçin de Kullanılmıştı Kulenin zaman içinde beklenmedik misafirleri de olduğu görülmektedir. Bunlar çeşitli nedenlerle gözden düşen ve sürgün veya siyaseten katl için İstanbul’dan uzaklaştırılması gereken kimselerdir. XVIII. yüzyıl Darüssaade ağalarından Morali Beşir Ağa, hakkındaki rüşvet, iltimas ve görevini kötüye kullanma iddiaları neticesinde Sultan I. Mahmud tarafından Temmuz 1752 yılında ilk önce sürgün edilmek üzere kuleye hapsedilmiş ve ardından burada katledilmiştir. Bir Kızlar Ağası’nın Kız Kulesi’nde idamı ise talihin garip bir cilvesi olsa gerektir. Sürgün hadisesi ise, yine XVIII. yüzyılda, Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa’nın şahsında gerçekleşmiştir. Sultan III. Osman, devlet yönetim ve şehzadelerin katli konusunda anlaşmazlığa düştüğü Hekimoğlu Ali Paşa’yı Mayıs 1755 tarihinde siyaseten katl maksadı ile Kız Kulesi’ne göndermiş, fakat daha sonra araya Valide Sultan’ın girmesi ile Ali Paşa affedilerek Kıbrıs’a sürgün edilmiştir. Kız Kulesi Osmanlı dönemindeki son büyük restorasyonunu II. Mahmud döneminde geçirdi. 1832-1833 yılları arasındaki Osmanlı Barok tarzı bu restorasyonda kuleye dilimli bir kubbe ile bu kubbenin üzerinde yükselen bir bayrak direği ilave edildi. Sultan II. Mahmud’un tuğrasını taşıyan bir kitabe de Kız Kulesi’nin kapısı üzerindeki mermere yerleştirildi. 1836-1837 yılları arasında 20-30 bin kişinin yaşamını yitirdiği büyük veba salgını sırasında  Kız Kulesi bazı hastaların tecrit edilmesi için kullanıldı.  Fransız doktor  Bulard de Meru ile Piemonte’li Antoine Le Goût’un da hastaların tedavisinde görev aldığı bu karantina sayesinde   salgının daha da yayılması önlenmiştir. Türkiye’nin uluslararası karantina teşkilatına dahil olması dolayısıyla 1839 yılında kurulan Tahaffuzhane Nezareti zamanında Kız Kulesi bir müddet için karantinahane vazifesini de gördü. Akdeniz ve Karadeniz’den gelen gemiler burada denetlenir, içinde hasta taşıyan yolcuların İstanbul’a girmesine izin verilmezdi. 1920 yılında Kız Kulesi asıl işlevi olan deniz feneri görevini daha iyi yerine getirmek için otomatik ışık sistemine kavuştu. 1943 yılında ise kulenin denize kayma tehlikesinin belirmesi üzerine çevresine büyük kaya parçaları yerleştirildi,  ahşap kısımları onarılarak beton ile güçlendirildi. 1959′da Ulaştırma Bakanlığı bünyesinden Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na geçen Kız Kulesi 1983 yılına kadar deniz ve hava trafiğini denetlemek için radar istasyonu olarak kullanıldı. O zamandan sonra da zaman zaman onarım görmekle birlikte, II. Mahmud zamanında son biçimini alarak günümüze kadar gelmiş olan Kız Kulesi,  1995 yılında özellikle Mimarlar Odası’nın büyük eleştirilerine karşın 49 yıllığına Hamaoğlu Holding’e kiralanarak turizm sektörüne açıldı. Kız Kulesi’nin tarihi ile ilgili gazete arşivleri karıştırıldığında, bir turizm tesisine dönüştürülmesi fikrinin yeni olmadığı da görülebilir. 1 Nisan 1880 tarihli La Turquie gazetesinin “Nouvelles du Jour” (Günün Haberleri) bölümünde bir İngiliz’in Kız Kulesi’ni 12 yıllığına kiralayarak “bu Bizans anıtını, restoranı ve kahvehanesi olan bir otele çevirmek” niyetinde olduğundan bahsedilir. 1999 yılındaki büyük Marmara Depremi’nde bazı çatlaklar oluşan Kız Kulesi, yaklaşık 3 milyon dolara mal olan ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nin işbirliği yapılan bir onarımın ardından 2000 yılında tekrar hizmete açılarak günümüze kadar geldi. İşte İstanbul’un güneşli ve parlak gündüzlerini, büyülü akşamlarını ve şiir dolu gecelerini süsleyen, denizin ortasındaki zarif siluetiyle Boğaz’ın güzelliğini bir misli arttıran,  ”Assassin’s Creed: Revelations” gibi bilgisayar oyunlarına, James Bond serilerinden ”Dünya Yetmez” ya da ”Hitman” gibi Hollywood filmlerine konu olanKız Kulesi’nin tarihi budur. Kaynakça Münir Sirer, Resimli Tarih, sayı 38 Mehmet Sait Türkhan, “18. Yüzyılda Kız Kulesi” Çelik Gülersoy, “Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi” Derman Bayladı, “İstanbul’un Yüreğinde Tarihe Yolculuk”  

Kaynak: http://www.serenti.org/kiz-kulesi-tarihcesi-ve-efsaneleri